BAY KAPİTO’NUN MEGAFONU
- TheMythraMind
- 7 Nis
- 5 dakikada okunur

Herkesin kendi halinde yaşadığı, minik evlerin oraya buraya düzensiz konuşlandığı, her evin bahçesinden yayılan mis gibi çiçek kokularıyla insanların dans ettiği eğlenceli bir kasabaydı burası. Bu kasabadaki insanlar kendilerinden başka hiç kimseye ihtiyaç duymazlardı. Yeteri kadar üretir, ürettiklerini tüketirlerdi. Bu kasabada yaşayan halkın evlerinde birbirinden farklı meyve ve sebzeler yetişirdi. Herkes meydandaki büyük masada toplanır, kendi ürettikleri mahsulleri masaya getirir ve hep birlikte yerdi.
Bir gün kasabanın meydanından gelen seslerle uyandılar. Ne olduğunu öğrenmek için meydanda toplanan halk, kaderinin değiştiği o heykelin inşa edildiğini gördü. Altının göz kamaştıran pırıltısında gökleri delen kocaman bir kâğıt heykeli gökyüzünün sonsuzluğuna doğru uzanıyordu. Bu devasa heykel için özel olarak eğitilmiş hız işçileri gökten indiler. Birkaç kişi ne olduğunu anlamak için işçilerin yanına gitmek istedi. Tam bir adım atacaklardı ki tepelerinde peydah olan megafonun sesiyle irkildiler.

“Günaydın,” diye kıpırdadı megafon. Halk, kapıldığı korkuyla kıyamet gününün geldiğini zannedip diz çöküp yalvarmaya, dualar etmeye başladı. Çocuklar ağlıyor, hamile kadınlar doğmamış çocukları için merhamet diliyor, kasabanın ihtiyarları kendilerini yerlere atıyordu.
İşte, Bay Kapito’nun gelişi bu oynak megafonla kıyamet alameti olarak başlamıştı. Herkesin her gördüğünde ödünün patladığı bu megafon, duyuru yapmak için nerede ve ne zaman çıkacağı belli olmadan beliriveriyordu.

Kasabada yaşayan insanlar bu tuhaf şeye bir türlü alışamadılar. Megafon söyleyeceği her neyse söylüyor ondan sonra da geldiği aynı tuhaflıkta geri kayboluyordu.
Bu megafon yüzünden birkaç kişi aklını yitirmişti. Halk, daha önceden kasabanın aydını dediği deliren bu insanlara bakınca sonları benzemesin diye yine dualara başlıyor, hamile kadınlar doğmamış çocukları için merhamet diliyor, kasabanın ihtiyarları aynı korkuyla kendilerini yerlere atıyordu.
Megafonun varlığına alışana kadar kasabanın masum halkı dualarla ayakta durdu. Delirenler delirdi; megafon kalan sağlara duyuru yapmaya devam etti. Herkes korkusundan içinden ettiği duaya odaklandığı için bu konuşan borunun ne dediğini bir türlü anlayamıyordu. Kimileri büyü yaptığından bahsediyor, kimileri yakında kıyametin kopacağının bir işareti olduğunu söylüyor, kimileri ise kasaba olarak bir rüyada olduklarını iddia ediyordu.
Yaşlı adam; öğleden sonra, her zaman yaptığı gibi, ürettiği patlıcanları akşam yemeğinde kasaba halkıyla paylaşmak için bahçesinde çalışıyordu. Özenle topladığı patlıcanlarını kasasına doldurmuş giderken tepesinde konuşan kıyamet alametiyle irkildi. “İyi akşamlar,” dedi konuşan boru. Yaşlı adam, elindeki kasayı düşürdü korkudan. Handiyse geçireceği kalp krizinin eşiğinden dönmüştü ki hatırlayıp diz çöktü ve dua etmeye başladı. Dua ettikçe daha da eğiliyor, eğildikçe küçücük oluyordu. Bir anda durdu. İlginç olan bir şey vardı. Megafon bu kez hiçbir şey söylemiyordu. Yaşlı adam sadece kendi sesini duyduğunu fark ettiğinde bir gözünü açıp megafona baktı. Megafon yaşlı adama doğru yaklaştı. Yaşlı adam diğer gözünü de açtı. Megafon daha da yaklaştı. Megafon öksürdü, aksırdı, havada bir süre devindikten sonra borusunun içinden nihayet tükürdüğü kağıtları yaşlı adamın bahçesine savurdu. Sonra patlıcan kasasına doğru gitti ve kasayı hortumundan içeri alıp aniden yok oldu. İhtiyar adam akşam meydandaki arkadaşlarına götürecek patlıcanı kalmadığı için bahçesine savrulmuş kağıtlarla kalakaldı.
Ertesi gün oldu.

Megafon yine aynı saatte geldi; kağıtları tükürdü patlıcanları yuttu. Ertesi gün oldu; tükürdü ve yuttu. Tükürdü ve yuttu… Megafon sadece yaşlı adamın patlıcanlarına göz dikmemişti. Her gün aynı sırayla tüm evlere uğrayıp halkı hem yakından gözlüyordu hem de meyve sebzeleri hortumundan içeri alıyordu. Olacak iş değildi. Neydi bu masum kasabanın başına gelenler böyle!
Hem artık götürecek bir şeyleri olmadığı için de hiç kimse kasaba meydanıa gitmiyordu. Birbirlerinden haber alamadıkları için de herkes bu felaketin sadece kendi başına geldiğini zannediyordu.
O kadar çok zaman geçmişti ki… Bay Kapito’nun sesiyle konuşan megafonu güçlenmiş onunla beraber çalışacak başka megafonları da işe almıştı.

Kasabadaki kimse geçmişini hatırlamıyor herkes omzunun dibindeki küçük megafonlarla büyülenmiş gibi dolaşıyordu. Tapmaya başladıkları altından yapılmış kâğıt heykeli büyülediği akıllarından hafızalarını çalmıştı. Eskiye dair hiçbir şey kalmamıştı kasabada. Evler değişmişti, insanlar değişmişti. Meydanda güle oynaya yemek yedikleri masayı kasabanın fareleri kemirmişti.
Zamanla kendilerini de unutmuşlar tepelerindeki megafon ne söylerse onu yapmaya başlamışlardı. Bay Kapito, önce kasabanın düzenini değiştirerek başlamıştı işe. Mutlu insanların evlerini yıkıp yerine daha büyük evler dikeceğini söylemişti. Söylediğini de yapmıştı. Bay Kapito’nun megafonlarıyla avaz avaz verdiği emirlere itaat eden işçiler, o kocaman evleri sadece birkaç günde bitirmişti. Kasaba halkı itinayla o evlere yerleştirilmişti.
“Bu kasabaya ışık lazım, hemen!” diye kükremişti Bay Kapito. Kükreyişi karanlık ve yüksek dağların eteğinde dolanmış, yamaçlardaki ağaçları titretmiş ve nihayet megafonların borusunda yankıya dönüşerek halka duyrulmuştu. İşçiler yine birkaç günde kasabayı ışıl ışıl yapmışlardı. Işıklardan insanların gözleri kamaşıyordu.

Aydınlanmışlar mıydı yoksa hepten karanlık mı çökmüştü üzerlerine bir türlü anlayamıyorlardı.
Ellerindeki kağıtlar bitince hepsi Bay Kapito için çalışmaya başladılar. Çünkü artık bahçeleri yoktu ve megafonların yutacağı kasa kasa meyve ve sebzeleri üretemiyorlardı. Haliyle kimse onlara kâğıt da bırakmıyordu. Bay Kapito, onlara günlük görevler vermeye başladı.

Halk, görevlerini ancak layığıyla yerine getirirse kağıtları olabiliyordu. Işıltılar yerleştirdiği meydana küçük küçük odalar açtırdı Bay Kapito. İnsanlar artık neye ihtiyaçları varsa gelip bu odalardan alabileceklerdi.
Yalan söylemeyi öğrenmişlerdi ve yalan söylerken büyüyen gözleri körleşmiş, kötülük yapmak için kullandıkları elleri ayaklarına benzemişti.

Bir sabah bir canlının dönüşebileceği en çirkin halle uyanmıştı hepsi. Onlara ne insan ne de hayvan denebilirdi. Konuşma yetilerini kaybetmişler, kendi kasabalarına özgü sadece kendilerinin anlayabileceği yeni bir dile sahip olmuşlardı istemeden. Dört ayaklarının üzerinde homurtularla koşuşturan yaratıkların kasabası olmuştu artık burası. Üstelik her biri oldukça da tehlikeliydi. Nereden geldiklerini bilmedikleri bir vahşetle hırlayarak öfke saçıyorlardı etraflarına. Çalıştılar. Çalıştıkça öfkelendiler. Daha fazla acıktılar. Acıktıkça daha fazla çalıştılar. Sadece kör olmamışlardı. Kulakları da artık doğru işitmediği için Bay Kapito’nun da ne dediğini anlamıyorlardı. Kendilerini ve geçmişlerini unutmuş bu halk, daha fazla yemek için sadece çalışıyordu. Zamanla öğrenmişlerdi. O kağıtlardan her zaman daha fazla lazımdı.
Megafonlar artık onları uysallaştıran birer sakinleştirici gibi çalışıyordu. Her şey kontrolden çıkmıştı. Bay Kapito bile ne yapacağını şaşırmıştı. Ne söylese işe yaramıyor, değiştirdiği halkını hizaya getiremiyordu. Artık onları yönetemiyordu çünkü Bay Kapito. Megafonlar onları rahatsız etmeye başlamıştı.

Bu yaratıklar ön dişleriyle her şeyi paramparça ettikleri gibi onları da paramparça ediyorlardı.
Bay Kapito, hâkimiyeti elinden kaybettiğini fark edince onun için çalışan işçileri ve megafonlarıyla başka bir kasabaya gitti. Kasabanın yaratıkları bir süre ne olduğunu anlamadılar. Her sabah başlayıp asla bitmeyecekmiş gibi çalıştıkları aynı işleri yapmaya devam ediyorlardı ancak kimse onlara kağıt vermiyordu. Aç kalmaya başladılar. Aç kaldıkça midelerinden gelen gürültülerle daha da vahşileştiler.
Birgün kasabanın meydanında dört ayaklı iki yaratık karşı karşıya geldi. Bu gözlerine kan oturmuş tuhaf varlıkların ne gözleri görüyordu ne de kulakları duyuyordu. Hayvani dürtülerle yakınlaşıp birbirlerini koklamaya çalıştılar. Olmadı… Ancak birbirlerine yakından bakınca sezgilerinin titreşimiyle İkisi de bir tehlike olduğunu sezdi. Yaklaştılar, yaklaştılar, yaklaştılar… Kokuları, açlıktan kudurmuş bu iki canlıya o kadar nefis gelmişti ki… Bir anda büyük bir kükremeyle birbirlerine saldırdılar. Kavganın kokusunu duyan yaratıklar koşa koşa meydana geldiler ve kavgaya dahil oldular. Biri diğerine ön dişlerini geçiriyor, öbürü patileriyle berikinin kafasını kopartıyor sonra da çiğ çiğ midesine indiriyordu. Ağızlarından eski dostlarının kanları damlıyordu ancak bundan artık haberleri bile yoktu… Açlıktan birbirini yiyen halkın nüfusu, bu savaşın sonunda güçlü olanların sayısı kadar kaldı.

Zaman ilerliyordu ama kimse bu tehlikeli canlıları doyurmaya gelmiyordu. Üstelik birbirlerini de yiyemezlerdi çünkü sadece en güçlülerin sağ kaldığını ve savaşa girerlerse bu savaştan hepsinin yok olarak çıkacağını biliyorlardı. Denemişlerdi çünkü… Ne birbirlerine yanaşıyorlar ne de birbirlerinden çok uzakta kalabiliyorlardı.
Çaresiz kalan dört ayaklılar, önce kalan birkaç tane ağacı yediler. Sonra evlere dadandılar. Öyle büyük bir açlıkla dişlerini geçiriyorlardı ki, binaların duvarlarından da kan fışkırıyordu. Bir zamanlar mutlu olan kasabanın geçmişi damla damla akıyordu toprağa. Yiyecek bir şey kalmayınca meydandaki heykeli kemirmeye başladılar. Kemirdikçe kemiriyorlar altının tadını damaklarında büyük bir keyifle dolandırıyorlardı. Hırlamanın yerini mutluluğun inlemeleri aldı. Yedikçe uyuşuyorlar, uyuştukça ne yediklerini bile bilmeden diş geçiriyorlardı.
Altın heykel, kemirildiği yerlerden sarsılmaya başladı. Sonunda da dayanamadı ve büyük bir gümbürtüyle onu kemiren dört ayaklıların üstüne yıkıldı.

Comentários